27 Mart 2009 Cuma

ŞİİRDE DİYALEKTİK BİLİM YÖNTEMİ Erdoğan Bakar: Telif Hakkı

ŞİİRDE DİYALEKTİK BİLİM YÖNTEMİ Erdoğan Bakar: Telif Hakkı

Telif Hakkı

Yayım hakları Erdoğan Bakar’ındır. Tanıtım amacıyla yapılacak alıntılar dışında, Erdoğan Bakar’ın yazılı izni olmadan, hiçbir biçimde ve hiçbir yolla şiirlerimin bir kısmı ya da tümü çoğaltılamaz.

Dizgi-Düzenleme

Erdoğan BAKAR

22 Mart 2009 Pazar

Bir gün gelecek, şiir kafayla okunacak.
PAUL ELUARD




ŞİİR ÜZERİNE -1-

Dokunulmazlıkla hücrelerde, karartma gecelerinde değilse
Şairin hem gündüzü hem lambası geceyse eğer
Topraktır şairin kanı, işlenmiş alkolle, endişeyle
Paylaşımsız, gelişimsiz daldan dala devinimsiz atlayan
Kendi ‘ben’inin körelmiş bilinçaltını sayıklayan
Dirençsiz karnındadır ‘şair’in kendisini dayatmayan anlam
Doyumsuz bir iştahla nereden üflenmişse o havaliyi yansıtan
Omzumuza konan bu küçücük sabun köpüğünden küre / balonda
Yüzümüze çarpıp dağılan görüntü / hayatlar
Bir küçücük dokunuşla kayboluveren yansıma / dünyalarla
Sözcüğün, biçimin, içeriğin, anlamın iktidarını kırma hevesi
Uzun ömürlü olmayan yalandan ibaret ‘küreselleşme’ / imaj
Bir bütünlük içindeki bilgiden, kalıcı gerçeklikten kaçış
Ve “saf, belki de boş, anlamsızlıkçılık”, ‘mızmız'lık...
Şiirin şerefine, insanlığın geleceğine saldırmaktadır!

Ocak 1998 / Şiir Üzerine -1-
Erdoğan Bakar

ŞİİR

Yazınsal anlatım biçimi özelliği yönünden düzyazı sayılmayan yazın ürünü şiir, edebiyat türlerinin en eskisi olarak bilinir.
"Şiir, eskil çağların sanatı, büyüye ve dine en yakın olanı. İnsanın kendini dile getirme araçlarının, müzik ve resimle birlikte ilklerinden biri. Bugüne kadar kalabilmesi bir tansık. Düzyazı ise, dile egemenliğin, dilin gelişiminin, aydınlanmanın, kısacası uygarlaşmanın şaşmaz bir belirtisi. İnsanın yenilmez sanılan doğa güçleriyle uğraşmaya başlaması, bu çabada kutsal güçlere değil, kendi gücüne güvenmeyi öğrenmesi, var olana boyun eğmek yerine onu değiştirmeye çalışması, ancak doğaya karşı verdiği bu savaşımda kazanımları üzerinde durup bir daha düşünmekle, vardığı sonuçları başkalarıyla tartışmakla, edindiği bilgileri biriktirmek ve gelecek kuşaklara aktarmakla mümkün olmuştur. Bununsa dilden ve yazıdan başka bir aracı yoktur. Masallar ve destanlar eskil çağların sanat ürünleri iken, romanın bir aydınlanma çağı ürünü olması boşuna değildir.
Giderek, bugüne kadar kalabilmesini bir tansık saydığımız şiir de, bu tansığı ancak büyüden, ayinden, şarkıdan kurtularak, koparak, esinden çok akla, düşünceye yaklaşarak başarmıştır. Bu işi yine kendi bildiği yoldan, yani şiir olarak kalmakla yapmıştır, ama bireyselleştiği ölçüde düşünceye yaklaştığı da kesin. Daha 1940’larda Paul Eluard’ın “ Bir gün gelecek, şiir kafayla okunacak” demesi, aslında bu gerçeğin çok geç bir ifadesi bence. Çünkü pagan toplumun, çoktanrılı dinlerin şiir dostu olmalarına karşın, şiirden korkunun, şairin lanetlenmesinin tektanrılı dinlerle başlamış olması bir rastlantı değil, inanma’ya karşı bilme’nin, düşünme’nin savaşımıdır, insanın düşünme, yaratma, değiştirme çabasına karşı duyulan korkunun bir belirtisidir. Platon’un tektanrılı dinlerden önce şiire karşı çıkması ve şairleri Devlet’inden kovması, aslında bundan farklı bir şey değildir, çünkü tektanrılı dinlerin başlangıçsız ve sonsuz evren ve tanrı düşüncesine karşılık onun da, evrendeki her şeyin bir kopyası olduğu idea’ları vardı. Dünya, bu idea’ların yansımasının bir toplamıydı ancak. İnsanlar, olsa olsa bu yansımaların yansımalarını yaratabilirdi.
Böylece, şiirin kurtuluşu, insanlığın insanlaşma serüvenine, uygarlığın gelişmesine, özündeki yaratıcılık ve karşı çıkma niteliğini yitirmeden katılmasıyla mümkün olmuştur. Başta şiir, bütün sanatların özündeki bu karşı çıkma, inanca başkaldırma özelliği, onların bugün de biricik varoluş gerekçesidir. Bu başkaldırının temelinde insanı insan yapan birinci özelliğin; düşünmenin ve değiştirmenin yatması sanatları insanın en yüce eylemlerinden biri yapmaktadır.
Şiir yazmak bir eylem biçimidir, bir yaşama biçimidir. Dünyada insanca varoluşun vazgeçilmez koşullarından biridir.
Şiirden düşünceyi kovup onu yalnızca esine ve duygulara teslim oluş sayanlar, ondaki şiirce düşüncenin, şiire dönüşmüş düşüncenin farkında değiller. Ondaki düşünceyi, konuşmadaki, felsefedeki, düzyazıdaki düşünceyle karıştırmaktadırlar. Oysa şiirde düşünce, hiç de alışılmış biçimiyle, düzeniyle görünmeyebilir. Deyim yerindeyse, yanlış anımsamıyorsam, bir konuşmasında Melih Cevdet Anday’ın dediği gibi bir karşıt düşünce, karşıt felsefe biçiminde de gözükebilir. Tıpkı resimde, müzikte olduğu gibi şiirde de düşünce, resimsel, müziksel, şiirsel bir kılığa bürünmüştür. Tersine, şiiri yalnızca düşünceye bağımlı sayanlar da onu bu alışılmış kılığına sokmaya çalışmaktadır. Her iki durumda da şiir, doku uyuşmazlığı nedeniyle düşünceyi bu haliyle reddetmekte, dolayısıyla yazılanlar şiir olmamaktadır.
(Mehmet H. Doğan, “Şiir, Bugün”, Şiirde Düşünce,
Sayfa 16. Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ağustos 2001)

Cahit Sıtkı Tarancı’ya göre şiir: Sözcüklerle güzel şekiller kurmak sanatı...
Ahmet Haşim’e göre şiir: Nesre çevrilmesi mümkün olmayan nazım, olarak tanımlanır.
R.M. Rilke’ ye göre: Tek bir dize yazmak için birçok şehri, nesneyi ve insanı görmüş olmak, hayvanları tanımak, kuşların nasıl uçtuğunu duymak ve sabahları çiçeklerin açılırken nasıl titrediğini öğrenmek gerekir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle “Şiir, dilin çiçeğidir.” Şiirin dilin çiçeği olmasının nedeni, yarattığı duygu çağlayanı ya da zihnimizde sarsıcı bir şekilde yeni anlam alanları açabilmesidir. Şiir dilinin günlük dilden ayrılan en önemli noktalarından biri, sözcükleri orijinal bir şekilde bir araya getirebilmek ve bu şekilde yeni bağdaştırmalar kurabilmektir.
Semboller ve imajlar, şiir dilini günlük dilden ayırır.
Şiir, öznel nitelikleri ağır basan, kişiden kişiye, çağdan çağa değişen bir yazın türü olduğundan, günümüze kadar, şiirin birbirinden farklı birçok tanımı yapılmıştır.
Bence, şiiri yücelten en çarpıcı söz, ―kendi deyişiyle hiç de hoş olmayan bir atasözümüzü değiştirip― Mehmet H. Doğan tarafından söylenmiştir: Söz gümüşse, şiir altındır.
Sözlük anlamıyla şiir; duygulardan, düşüncelerden, düşlerden, özlemlerden vb. süzülmüş yaşantı birikimleri olarak, ozanların, sözcüklerin sözlük anlamlarına kimi zaman değişik anlamlar da yükleyerek, dil içinde özel bir dil yaratarak oluşturdukları imgelerden, söz sanatlarından, ritimden, uyumdan yararlanarak ortaya koydukları ve okurda estetik duygular uyandıran yazın ürünüdür.
Şiir, öz olarak dizelerden oluşan, okuru duygulandıran, heyecanlandıran yazınsal (=edebi) anlatı türüdür.
Her ulusun edebiyatı gibi Türk ulusunun edebiyatı da şiirle başlar. Destanlar, koşuklar, sagular... Türk şiirinin en eski ürünleridir. İlk Türk şairi, 8. yüzyılda, Uygurların ilk döneminde şiirler yazmış olan Aprınçur Tiğin’dir.
Şiirimiz, yüzyıllar boyunca çok değişik aşamalardan geçmiş, çeşitli faktörlerden etkilenmiş ancak hece ölçüsüne dayalı halk şiirimiz çok eski dönemlerden günümüze kadar özünü koruyarak ulaşmıştır.
Çeşitli uygarlıkların etkisiyle pek çok değişimler geçiren Türk şiiri, Tanzimat’tan sonra, özellikle içerik yönünden değişmiş; Edebiyat-ı Cedide, Milli Edebiyat ve Cumhuriyet döneminde kendine özgü nitelikler kazanmıştır.
Eski Yunan ve Latin edebiyatlarından alınan klasik sınıflandırma şiiri beş türe ayırır.

Özelliklerine göre şiir türleri şunlardır:

1. Epik Şiir
2. Pastoral Şiir
3. Dramatik Şiir
4. Lirik Şiir
5. Didaktik Şiir

Şiirin bu türlerinden başka, ölçüye ve uyağa (=kafi-yeye) bağlanmayan ancak duygu, düşünce ve düşleri şiirde olması gerektiği incelikte işleyen, bir düz yazı türü olan mensur şiir, 19. yüzyılda Fransa’da edebiyat yaşamına girmiştir.
“Mensur şiir” terimi, 1860 yılında ilk kez Fransız şair Beaudelaire’in “Küçük Mensur Şiirler” adlı yapıtında kullanılmıştır.
Mensur şiir türünde, Halit Ziya Uşaklıgil’in (1866-1945) “Mensur Şiirler” adlı eserinden başka Servet-i Fünun, Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat dönemlerinde birçok yapıt edebiyatımıza kazandırılmıştır.

Halit Ziya Uşaklıgil’in ‘Mensur Şiirler’inden bir kesit:

“Güneşin doğuşundan önce çıkmak, batışından sonra girmek; çalışmak, çabalamak, iler tutar yeri kalmamak... Ne için? Bir lokma ekmek için.
Soğuklarda üşümek, yağmurlarda ıslanmak, topraklarda yatmak, donmak... Ne için? Başkalarının dinlenmesini sağlamak için.
Yer altlarında hayat geçirmek, zehirli havayı solumak, rutubette ömür sürmek, güneş görmemek, insanken bir yılan gibi yaşamak, verem olmak, ölmek... Ne için? Ölmemek için...”


Derdimiz, bir gülü yaşatmak.
SABİT KEMAL BAYILDIRAN



Söz gümüşse, şiir altındır.
MEHMET H. DOĞAN



ŞİİR TÜRLERİ

1. EPİK ŞİİR

Epik şiir, yiğitlik konularını işleyen, öyküleyici uzun şiir türüdür. Epik şiirlerde yiğitlik, kahramanlık, savaş vb. temalar işlenir. Destanların tümü epik şiir türündedir. Ör. Alp Er Tunga Destanı, Homeros’un İliada Destanı...
Yunancada “destan” anlamındaki “epope”den türetilen Fransızca “epik” sözcüğü, destana özgü, destansı, destanla ilgili, destan biçiminde yazılmış olan yapıt, yiğitlik konularını işleyen şiir anlamlarına gelir.
Tarihsel gerçeklerden kaynaklanan epik şiirde, yaratıcısının düş gücüyle tarihi gerçeklik zenginleştirilip, genişletilerek genellikle nesnel biçimde işlenmese de yine de o dönemle ilgili önemli ipuçları bulunabilir.

Epik Şiire Örnek:

Tokuş içre uruştum = Savaş içinde vuruştum
Uluğ birle karıştım = Ulularla bir oldum
Töküz atın yarıştım = İyi koşan at ile yarıştım
Aydım: Emdi al Utar! = Dedim: İşte al Utar!

(Alp Er Tunga Destanı’ından)

Anımsatma:

Epik şiirle ilgili olarak bkz. Erdoğan Bakar,
"Türkçe Dilbilgisi
Yeni Yazım Kuralları
Yazma Sanatı
Etkileyici ve Düzgün Anlatım İçin
Kompozisyon Bilgileri"
Yazınsal Anlatım Türleri, Destan.

2.PASTORAL ŞİİR

Pastoral şiir, köy ve kır yaşayışını, çobanca yaşamayı konu alan, bu yaşayışı sevdirmek ereği güden şiir türüdür.
Ali Püsküllüoğlu’nun “Türkçe Sözlük” yapıtında, Fransızca “pastoral” sözcüğünün Türkçede karşılığı, “çobanıl” ya da “çobanlama”; “pastoral şiir” teriminin karşılığı ise “çobanıl şiir” olarak yer almaktadır.
Çobanıl şiirin öncüleri, eski Yunan edebiyatında Teokritos, Latin edebiyatında Virgilius, Türk edebiyatında ise “Sahra” adlı yapıtıyla Abdülhak Hamit Tarhan’dır.
Her çeşit süsten, yapmacılıktan, gösteriş ve söz oyunlarından uzak bir yapısı olan pastoral şiirin iki biçimi vardır:

1. İdil: Kır yaşamının güzelliğini, çobanıl aşkı konu alan, bir ozan tarafından yazılan kısa şiirlerdir. (İdil; Fransızca bir sözcüktür.)
2. Eglog: Doğadan, kırdan söz eden eglog, birkaç çobanın aşk ve kır yaşamı üzerine karşılıklı konuşmalarını yansıtan çobanıl şiirlerdir. (Eglog; Yunanca bir sözcüktür.)
Kır yaşamıyla ilgili bir olayın anlatıldığı eglog türü şiirler, bu yönüyle küçük bir piyes özelliği taşır.



3. DRAMATİK ŞİİR

Bir yönüyle epik şiire benzeyen dramatik şiir, kimi edebiyat kuramcılarına göre, epik şiirden doğmuş, tiyatroyu oluşturmuştur.
Şiirsel söyleyişle, insan yaşamını gerilim, çatışma, çeşitli olaylar ve karşıtlıklarıyla gerçeğe uygun biçimiyle öyküleştiren şiirler, dramatik şiirlerdir. Manzum yazılmış (düz yazı olmayan, ölçülü, uyaklı, koşuk biçiminde yazılmış) tiyatrolar (tragedyalar, komedyalar ve dramlar) dramatik şiir türünde yapıtlardır.
Eski Yunan edebiyatında Euripidies, Sophokles, Aristophanes, Aiskhylos dramatik şiir türünde tanınmış sanatçılardır. Türk edebiyatında ise dramatik şiirin temsilcileri, Namık Kemal Abdülhak Hamit Tarhan, Faruk Nafiz Çamlıbel’dir.


4.LİRİK ŞİİR

Lirik şiir, ozanın kişisel içten gelen duygularını ya da toplumsal ortak duyguları yansıtan çok etkileyici, coşkun, akıcı anlatımı olan bir şiir türüdür.
Eski Yunanlılarda, ozanlar şiirlerini lir (Yunanca:“Lyra”) eşliğinde söylediklerinden bu tür coşkulu şiirlere “lirik” denmiştir.
Lirizm, kişisel duyguların coşkulu ve etkileyici bir biçimde anlatılmasıdır.
Batı edebiyatında, Rönesans dönemi ozanlarının (Petrerca, Ronsard...) daha sonra da ilke olarak içe dönüklüğü benimseyen romantik sanatçıların (Lamartine, Goethe, Hugo, Schiller...) duygusal ve öznel bir nitelik gösteren şiirleri lirik şiir örnekleri olarak dünya edebiyatında yer almıştır.
Türk edebiyatında ise Yunus Emre, Fuzuli, Nedim, Karacaoğlan, Nazım Hikmet, Ceyhun Atuf Kansu, Ahmet Arif, Adnan Yücel ve birçok ozanımızın şiirleri lirik şiir türündedir.
Günümüzde, edebiyatın her alanında olduğu gibi bu türde de yazan, yaşayan, değerli pek çok ozanımız vardır.


5.DİDAKTİK ŞİİR

Didaktik, öğretim yöntemleri bilimidir. Öğretme ereğini güden öğretici yapıtlara didaktik yapıt denir.
Eski Yunan edebiyatında, Hesiodos, didaktik şiir türünün öncüsü olarak tanınır. Hesiodos, “İşler ve Günler” adlı yapıtında tarım, gemicilik ve ahlak üzerine bilgiler vermiştir.
Didaktik şiir, bilim, sanat, felsefe, ahlak, din vb. alanla ilgili bilgi vermek amacıyla yazıldığı için içerik yönünden eğitici, öğretici bir nitelik taşır. Öz olarak öğretici, eğitici şiirlere didaktik şiir denir.
Satirik (yergisel) şiir olarak da bilinen hiciv (=yergi) şiirleri de didaktik şiir sayılır.
Edebiyatımızda, didaktik şiire örnek pek çok şiir vardır:
Yusuf Has Hacip’in, ideal bir devlet yönetiminin nasıl olması gerektiğini simgelerle anlattığı Kutadgu Bilig (Hükümet Olma Bilgisi) adlı yapıtı... Aşık Paşa’nın, Türklere tasavvufu öğretmek için, Garipname’si... Edip Ahmet Yükneki’ nin, ayet ve hadislere dayanarak İslam ahlakını öğretmeye çalıştığı, Atabet-ül Hakayık (Gerçeklerin Eşiği)... Hoca Ahmet Yesevi’nin, Divan-ı Hikmet (Bilgece Söylenmiş Söz Divanı)... Nabi’nin, oğluna yaşadığı dönemin toplumsal yaşamını, geleneklerini, İslam ahlakını öğretmek için yazdığı, Hayriyye adlı mesnevisi, didaktik şiir türünde yapıtlardır. Ziya Paşa, Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy ve birçok ozanımız da edebiyatımıza didaktik şiir türünde önemli yapıtlar kazandırmışlardır.
Günümüzde, didaktik şiiri, şiir değeri taşımayan bir koşuk yazı olarak tanımlayan (Ör. bkz. Türkçe Sözlük, Ali Püsküllüoğlu, didaktik şiir: biçimsel yönden şiire benzemekle birlikte şiir değeri taşımayan, gerçek ereği bir düşünceyi aşılamak, belli bir konuda öğüt vermek, bilgi aktarmak vb. olan koşuk yazı.) ve didaktik şiiri şiirden; didaktik şiir türünde edebiyatımıza çok önemli yapıtlar kazandıran büyük ozanlarımızı da şair saymayan bugün var yarın yok kimi entelektüellerin didaktik şiirle ilgili yargılarına karşılık, Tevfik Fikret, Nazım Hikmet ve didaktik türde yapıtlar veren, ölümsüzleşen, yukarıda adlarını andığım ozanlar, acaba ne yanıt verirlerdi? Bilmiyorum.
Kesin olan şudur: Şiir, düşüncesiz olamaz, çünkü bütün sanatlarda olduğu gibi şiirin özünde de var olana boyun eğmek yerine onu değiştirme çabası, boş inanca başkaldırı ve yaratıcılık vardır. Şiir, insanın düşünme, yaratma, değiştirme çabasının bir ürünü ve inanma’ya karşı bilme’nin, düşünme’nin savaşımıdır.
Şiiri düşüncesizleştirmek isteyenler, insanın düşünme, yaratma, değiştirme çabasından korkanlar ya da insanlığın insanlaşmasında, uygarlığın gelişmesinde sanatçı sorumluluğundan, sorunlardan, kalıcı gerçeklikten kaçışı bir şairin, bir sanatçının, bir aydının tarafsız yaşam biçimi sananlardır.
Birincilerin, şiirden, düşünceden korkanların Platon’ dan günümüze kadar yüzyıllardır şairlere, aydınlara neler ettikleri yüzlerce ciltlik başlıbaşına bir araştırma konusudur.
İkinciler ise sırça köşklerinde, sözcüğün, biçimin, içeriğin, anlamın iktidarını kırma hevesiyle, parçalanmış yaşamların, baskının ve nefessizliğin, umutsuz kalmanın, yani insanoğlunun kırık imajının yansımalarını toplamaya çalışarak ‘hayatta kalabilme savaşımı’ veriyorlar, tümüyle içe kapanışın ve anlamsızlığın derin sularında boğulmuş durumda.

(...)
bu masallar masalı “kağıt aleminin”
tükenmişliğin bilinçaltını sayıklayan son yolcuları birer birer
gözden kaybolurken “tuzlu suyun önünde”
coşkulu, bilgi dolu, bilimsel şiirler yerine
“saf, belki de boş, anlamsız...” söz yazarak
giderek azalan sayılı sözcüklerle
“yıllarca zarfları kanatıp” eskinin sarayında
hiçbir iç bütünlük taşımayan lafebelikleriyle kıs kıs gülerek:
“yine anlayamadı salaklar...” tepkisi gelecek olsa da
bizim için, söylenecek ancak bir söz var:
“onlar ermiş hayaline,
“biz erelim hakikatine!”

Aralık 1997 Şiir Üzerine -2- Son Bölüm
Erdoğan Bakar


Her yapıtın, yanlışları ve en azından bir eksiği olabilir.
Yazma sanatı ya da kompozisyon bilgileri de sadece bu kitaptaki bilgilerle sınırlı değil. Ayrıca, konularla ilgili daha çok bilgi edinmek için tek bir kaynağa, tek bir görüş açısına bağlı kalmamak gerekir.
Çok gezenler, çok yaşayanlar değil çok okuyan ama okuduğu şeyleri, düşünceleri bilim yöntemi ile bilimin süzgecinden geçirenler bilir.
Bu yargımı bir yönüyle -yakın anlamıyla- vurgulayan bir atasözümüzü değiştirerek şu şekilde söylersem, sanırım hiçbir sakıncası olmayacaktır:
Sel (öznel bilgi) gider, kum (bilimsel bilgi) kalır.
Barışın, bilimin, bilimsel demokrasinin, sevginin ve sanatın egemen olduğu bir ülke, bir yaşam için: Barışla, bilimle, sevgiyle, sanatla kalınız.

Teşekkürlerimle... 29 Aralık 2008
Erdoğan Bakar

Erdoğan Bakar Şiirleri

12 Eylül’le
kayıp olan şiir
çalışmalarımın yüz sayfası
sanırım,
evrenin yasaklı, 'çöp şatosu' nda
kör fareler, zehirli böcekler, aç sürüngenler tarafından kemirilmiş;
insan, doğa, özgürlük, adalet,
barış, bilim ve demokrasi düşmanları tarafından 'sindirilememiş',
yakılmış.

E.Bakar
2005



ŞİİRDE BİLİM YÖNTEMİ

1.

Bana, bu alacakaranlığın, umarsızlığın
Nasıl biteceğini bildiren
Tertemiz aşkların, tutkuların, cinselliğin
İhanetle yer değiştirmediği
Ak sevdalı dizeler getirin çocuklar!
Günden güne giderek
Çürüyen
Dağılan
Bilinçaltının
Acımasızlığın, bencilliğin felsefesi pragmatizmin
Bilim düşmanı metafiziğin
Sayıklanmadığı
Dizeler getirin çocuklar!
Bu belirsizliğin, ilkesizliğin
Bu küresel adaletsizliğin, korkuların
İçtenlikten uzak, kişiliksiz
Maskeli, maskesiz iş bitirici dostlukların
‘Zarif’ baskıcı politikaların karşısında
Ülkemin nasıl iyileşebileceğini
Nasıl güzelleştirilebileceğini anlatan
Kararlı
Yaratıcı
Barışçı dizeler getirin çocuklar!

Sevgi dolu, coşku dolu
İnsan beyninin,
İnsan ufkunun,
İnsan ellerinin...
Tek tek acıları süzerek
İnsan hayatının
En zayıf yanlarını yüceltmeden
Nereye uzanabileceğini gösteren
İncelikli
Ağırbaşlı
Bilimsel dizeler getirin!
Bütün kötülüklere karşı
Tutuşun yüreğinde yurdumun
Özgürlük için, barışçı bilimsel demokrasi için
Tutuşun çocuklar...
Tutuşun el ele!

Savaşsız, sömürüsüz, acısız
İnsanca paylaşabilmek
İnsanca yaşamak, yaşatabilmek için
Bütün güzellikleri hep birlikte;
Yalanı, yanılgıları, ayrımcılığı
Yenebilmek için hep birlikte
Tutuşun çocuklar!
Tutuşun anneler, babalar, öğretmenler...
Tutuşun yüreğinde yurdumun
Tutuşun el ele
Canlı, anlamlı her yerde...

1996
Erdoğan Bakar




“Yeniden gerekseydi yaşamam
Giderdim yine aynı yoldan
Demir ökçelerinize aldırmadan
Geleceğin türküsüyle”
- Louıs Aragon -


BARIŞÇI BİLİMSEL DEMOKRASİ / UMUT

2.

Sanal görüntüler, anlamsız gerçeklikler içinde
Aptalca
Görülse de
Umut:
İhtiyaçtan doğan bir inanç değil
En çetin kar kıyamet kışlarda
Acımasız işkencelerde düşlerimi ısıtan
Ak mı ak bir sıcacık ekmektir her zaman
Kahrolası Yeni Dünya Düzeni’nde
Bütün hamlığı ve bönlüğüyle
Terörist devletler / küresel çeteler
Vahşice bölüşende emeğimizi
İnsana yitirilmeyen güvençtir…
Örgütlü – örgütsüz
Eziyetlere aldırmadan birlikte
Üretken, onurlu ve korkusuz
Gelecek güzel günlerin türküsüyle
Kızılırmak insanları yürüdüğünde
Yürekleri ellerinde kurşunsuz...
Barışçı Bilimsel Demokrasi’dir sömürüsüz, sonsuz
Sıcak mı sıcak, bütün kötülükleri yok edecek
Umut, ışıktır salkım saçak!
Her türden zorbalığa,
‘Saçaklı mantığa’, teslimiyete inat!


Ocak 1998/2005




GÜLLER ÇİÇEK AÇMIYOR

3.

Çamdan sakız akmıyor.
Ağıtlar yakılıyor.
Güller çiçek açmıyor.
Gülücükler saçmıyor.

Amerikalım, Okyanuslum, Asyalım!
Çamdan sakız akmıyor.
Kan oturmuş beyinlere.
İnsan silah yapıyor.

Beyaz tenlim, Avrupalım, Romanım,
Filistinlim, Kürdistanlım, Kübalım…
Gülücükler saçmıyor.
Güller çiçek açmıyor.

Mezopotamyalım, Ortadoğulum, Acemim!
Çamdan sakız akmıyor.
Kan oturmuş beyinlere.
Birleşmiş milletlere, terörist devletlere…
Devler silah satıyor.

Sarışınım, Makedonyalım, Latinim,
Çekik gözlüm, Kumralım, Japonum…
Gülücükler saçmıyor.
Güller çiçek açmıyor.

Afrikalım, Antarktikalım, Türkmenim!
Çamdan sakız akmıyor.
Kan oturmuş beyinlere.
İnsan savaş yapıyor.
Devler göbek atıyor.

Kızılderili’m, Sarı benizlim, Siyahım,
Uzakdoğulum, Vietnamlım, Korelim…
Gülücükler saçmıyor.
Güller çiçek açmıyor.

Birleşmiş Milletler
Yeni Dünya Düzeni’nde
Mezarcılık yapıyor.
Çamdan sakız akmıyor!
Çamdan sakız akmıyor!
Kan düşüyor çiçeklere, yeşile…
Kan damlıyor yüreğime, düşlerime kan!
Yüreğim!
Çiçeğim!
Yeşilim!
Ellerim…
Yine kan!

Nisan 1996




SESLENİŞ

4.

Ben de sesleniyorum:
İnsanlar kirlenmesin!
Kirlenmesin ülkemiz artık!

Rıfat Ilgaz’la birlikte,
Ben de sesleniyorum:
“Yeter, ışısın ortalık!”

Aralık 1997




BİR VARMIŞIZ… BİR YOKMUŞUZ...

5.

Bir öykü, bir roman, bir efsane gibi
Bir rüya, bir masal, bir hayal gibi
Bir varmışız... Bir yokmuşuz...
'Yeni Dünya Düzeni’nde
Pragmatist sihirbazların elinde

1996




SEÇENEK

6.

Biz dünyalılar
Bütün kötülüklere karşı
Ya iyi şeyler yapa yapa
Güzel şeyler düşüne düşüne
Hiçbir şeyden korkmadan
Zaaflarımızdan arınıp
Olgunlaşacağız!
Ya da zorbalar, aptallar ile
Aydın asalak, sürünenler topluluğunun
Asil, ‘onurlandırılmış’ üyeleri olarak
Onursuzca yaşayıp yaşlanacağız!

Şubat 1999




TOPLUMSAL ÖZELEŞTİRİ

7.

Tutarlı olmanın, tutkunluğun
Kararlılığın dışında duran
Keyfiliğimiz olmasaydı;

Sonsuz değişimlerin, ölümsüzlüğün,
Bilginin inkârı ile çoğalan
Acılarımızı tekrarlatan
Unutkanlığımız olmasaydı;

Işıksız, kutsal şantajlı
Zorunluluklarımız, kör inançlarımız,
Önyargılarımız olmasaydı;

Çözümsüz yiğitlikler, kahrolası kalleşlikler
Ve yanılgılarımız olmasaydı;

Bin türlü, bin bir biçimli
Günlük acıların darağaçlarında
Umutlarımız sallanmaz,
Hasretlerimiz yumak yumak...
Ellerimizde yanmazdı.

Aralık 1997




KÜRESELLEŞME
‘ZARİF’ MODERN İBADET

8.

Yeryüzü toz duman…
Ülkem, yangın içinde bir harman
Dost düşman seçilmez olmuş!

Ve insanlar çok gürültülü
En acılı çığlıklar
Bir fısıltı, bir vızıltı olmuş!

Şans, kaza, şiddet, kader, yarar
Artı-değer’li başarı ile kapital…
Dinsel inanç ve ‘Tanrı’ olmuş!

Yeni tanrıçalar, tanrılar için
Hıristiyanlar haç çıkarır
Müslümanlar tekbir getirir
Yahudileri bilmiyorum
İnanmayan inanır olmuş!

Haksızlık etmeyen ayıplanır
Avlanmayan avlanır olmuş!
Gözler kör, kulaklar sağır olmuş…
En içten haykırışlar duyulmaz olmuş!

Öylece “Sosyalismus, No!”
“Humanismus, No !”
Kısacası insanlar:
“ Yaşasın Pragmatizm!”
Söyleye söyleye söylemez olmuş…

"Gökten üç elma düşmüş" başlarına.
Ermişler muratlarına.
Ne mi olmuş?

Kafatası avcılarının gönüllerince
İbadet edebilecekleri ‘modernce’
Büyük küçük kız oğlan kız
‘Zarif', acımasız...
Sörf yaptıkları sınırsız
Yeryüzü bir acayip âlem.
Bir “Global Dünya” olmuş!

Mart / 1997




İNADINA ZULMEDENLERİN İNADINA

9.

İnadına zulmedenlerin inadına!
İnadına haykırdık gençlik çağımızda!

Yüreğimizde dostluk, yüreğimizde bir alev
Erdemli, özgür, korkusuz ekmeği
Kavgasız, acısız yiyebilmek için
Beynimizde bilinç, beynimizde umut
İnadına zulmedenlerin inadına!
Yine haykırıyoruz, yine haykıracağız!

Meydanlarında, caddelerinde…
Meydan meydan, cadde cadde,
Ev ev, bina bina, cam cam…
Zarif, zehir karanlığında
Güle oynaya sabahında
Kan uykularımızda bile
İnadına zulmedenlerin inadına
Yine haykırıyoruz, yine haykıracağız!

Beynimizde bilinç, beynimizde umut
Yüreğimizde dostluk, yüreğimizde bir alev
Savaşsız, sömürüsüz yaşayabilmek,
Barışçı Demokrasi’yi kurabilmek için
İnadına zulmedenlerin inadına!
Yine haykırıyoruz, yine haykıracağız!

Ranza ranza, hücre hücre, duvar duvar…
Kitap kitap, adım adım, yankılanacak yine!
Güvenli, gür, çocuksu sesimiz
Umutlu, üretken, özgür ve onurlu
Yaşamanın, yaşatmanın, hak aramanın…
Birlikteliğin, içtenlikli dostluğun simgesi
Adım adım sesimiz yankılanacak yine!
İnadına zulmün, inadına zulmedenlerin!

Nisan 1996




SUNU

10.

Pek basit, gelip geçici aslında
Şu paylaştığımız çağdaş, ilkel
Boyun eğiciliğin, zorbalığın savunucusu
Evrensel metafizik, pragmatist batılı öğretiler
Dört dörtlük olmasa da…
Her gün duyup her gün görmek aynı şeyleri
Deme gitsin, ne kadar iğrenç, bıktırıcı
Ve ne güzel de kanıksanıyor
Gün be gün farkında olmadan!
İşte bu bıktırıcılık, bu kanıksattırıcılık ki;
Sadık hizmetçisi
Gözleri
Kör
Gösterişli
Kurtlar sofrasının
Kulakları sağır tanrıların, tanrıçaların, kralların…

Yani, demem o ki; ellerinden geldiğince
Haddimi bir güzel bildirecek olsalar da…
Çokbilmiş boş vericiler, bin bir mazeretli baş eğiciler
Ve çook, çok sayın ölü seviciler, ben seviciler…
Okumasalar da olur dizelerimi, yazmasalar da!
Şu küresel, çılgınca dünyada
Ne de olsa her gün
Bu günler onlara
Düğün, bayram, eğlence…

Nisan 1996





KÜRESELLEŞME

11.

Nedir, küreselleşme?
Hesap vermekten, hesap sormaktan korkmadığım
Öfkeyle, coşkuyla, bilinçli tiksintiyle
O’nu yıkmak için kararlılıkla yaşadığım!
Barbar, merhametsiz bir sistemdir küreselleşme.

Nedir, küreselleşme?
İkiyüzlülük, saçmalık, sapıklık dolu
Tüm iğrençliklerine rağmen
Adil, demokratik sistemmişçesine
Sermaye ve iktidar gücüyle
Bitmez ihtiyaç terörüyle
Haksızlığı haklılık, dürüstlüğü enayilik
Yanlışı doğru olarak, gerektiğinde zorla dayatan
Genlerimize, beyinlerimize işleyen
Doğayı, uzayı, insanı…
Köreltme, kötürümleştirme çabasıdır
‘Küreselleşme!’

Şubat 1994

Erdoğan Bakar






“…Batı? Neymiş Batı?
Anamalın, sömürgeci saltanatı.”
- Ceyhun Atuf Kansu –



CANIM İSTANBUL -1-

12.


Noktasız… Virgülsüz…
Sorusuz… Ünlemsiz…
“Üç Nokta’lı İstanbul!”

Gün gelir, günler gelir.
Acılı, sancılı, umutlu…
Noktasız, virgülsüz, canım İstanbul!
Çiçek açmaz, bal vermez, zahmetsiz...
Sorusuz, ünlemsiz, canım İstanbul!

Batı’dan ayva gelmez, nar gelmez.
Nazlı, nazsız yar gelmez.
Benimsenir, benimsenmez
Yalan gelir, kurt gelir dans ederek
Dans ederek yer gitmez!

Batı’dan meze meze mal gelir.
Doğruluğu, yanlışlığı, tutarlılığı, tutarsızlığı
Tartışılması gerekli şeyler, beceriler gelir.
Tepeleri, denizleri, boğazı…
Gün gelir!..
Günler gelir!..:
Yedi tepeli, üç noktalı...
Noktasız, virgülsüz,
‘Saçaklı Mantık’lı İstanbul’a dar gelir!

Mart 1996 / 2005

Şiirdeki “Üç Noktalı… İstanbul” Dizesi:
Değerli Öğretmen Burhan Tat’ın,
Bu Şiire Kattığı Bir Tattır.





CANIM İSTANBUL -2-

13.

Gün gelir, günler gelir…
Noktasız, virgülsüz, ödünç, vizeli
Vergili, vergisiz ekonomi politikalı
Yedi tepeli, üç noktalı canım İstanbul!

Sıkılmış, suyu çıkarılmış
Mutlu, mutsuz hepimiz biliriz ki;
Kronikleşmiş geçim derdi, enflasyon
Para basmayla, vade uzatmayla düzelmez.
Demokratik denetimsiz, ilkesiz, üretimsiz
Sorusuz, ünlemsiz canım İstanbul!

Gün gelir, günler gelir Batı’dan.
Cankurtaran imdat gelmez, dost gelmez.
Tadımlık, yağlı, yağsız, eski, yeni teknoloji
Faizli para gelir, yol gelir gönüllü, gönülsüz…
Ya gidilir ya gidilmez canım İstanbul!

Gün gelir, günler gelir Batı’dan.
İntiharı şekerleme kuleler, tohumluk “Eisberg” gelir.
Kendini beğenmiş, tozlu, tozsuz akıl, fikir, iş gelir.
Ya sevilir ya sevilmez canım İstanbul!

Gün gelir, günler gelir Batı’dan.
Gübre, mısır, yem gelir.
Buğday, pancar, yağ gelir.
Muhabbet ederek deli dana et gelir.
Dans ederek dans ederek…
Ya yenilir ya yenilmez canım İstanbul!

Gün gelir, günler gelir…
Yüce Krallar Meclisi sınırsız, sorumsuz.
Sadece zulüm, terör, savaş ve yolsuzluk üretir.
Her an devamlı yükselen
Haksız kazanç bölüşür sonsuz, süresiz…
Ya yutulur ya yutulmaz canım İstanbul!

Gün gelir, günler gelir…
Gönülden birbirine bağlı
Çok Zengin Kullar Meclisi
Usul uzman yok tartışır
Yoklar gibi çoğunluk üryan.
Nidalı nidasız yokluk,
Yoksulluk çağırır utanmadan!

Gün gelir, günler gelir halk kuyruklarda
Sessiz, sakin, mutsuz, perişan…
Ölümü, ölüler ülkesini cennet düşünür.
Cebri cömert bedel, zamlar ve borçlar bölüşür
Adil, bağımsız, bütün vatanda!
Sözün kısası; güveni, huzuru, hukuku…
Bir kısmet, bir ihtimal, bir hayal sanır ki;
Resmen, fiilen güngörmez, ses getirmez…
Çukurlar ortasında kolları sargılı, burnu tıkalı.
Kibirli, şaşkın ama kulakları dik, gelir, gider…
Bulunmadık Hint kumaşıdır siyaset meydanında.
Göz görmez, yürek dayanmaz.
Ne yaşar ne de yaşamaz canım İstanbul!

Nisan 1996





BİR SEVDA / ANTİÜTOPYA

14.

Özü sağlam mı sağlam
Bir yep/yenidünya çekirdeği
Saplasam şimdi kalbime
Çekip gitsem şu dünyadan
Alnım açık, yüzüm ak, çiçeklerimle
Hep değişsem, gelişsem
İyiye, güzele doğru
Savaşsız, sömürüsüz, terörsüz
Barışçı bilimsel demokrasinin, özgürlüğün
Kurallarına uygunca
Tepeden tırnağa utançsızca
Bir sevda olsam ölümsüz
Dünya yeniden yeniden yeniden...
Yenilense!

2001 / 2004





BARIŞÇI MÜDAHALE

15.

Sen, çaresizlikler içinde
Gidişatı durduramayan yüzümde
Tevekkülün uzlaşmasını mı ararsın?
Tüm zorluklara karşın
Bir yol arar dururum beynimde
Müdahale etmeyeceğimi mi sanırsın?
Katledilirken doğa
Katledilirken her bir hayvan
Katledilirken insan
Yerli yersiz
Zamanlı zamansız
Sızlar kılcal damarlarım,
Üşür hücrelerim…

Avuçlarım yanar avuçlarımda
Avuçlarız yanar avuçlarımızda
Ölü sevicilik! Ben sevicilik!
İyiliğin, özgürlüğün, sevginin,
Hoşgörünün, dürüstlüğün yokluğu
Taammüden cinayetin,
Acımasızlık ve ihanetin öteki adı…

Baş eğerek, boş vererek, suskun
Kırıp boynumu yürüyemem
Halden bilmez işler, kanlı kararlar önünde
Görmemiş, duymamış gibi yapamam
Baş belası, can belası haksızlığı,
Kötülüğü, yalanı...

Ve öyle yatkın, satılık, öylesine güzel değildir sesim!
Şarkı da söyleyemem utanırım:
Ölü sevici, ben sevici, iş bitirici ‘yeni olguculuk’
Çağdaş oysa ilkel, 'öznel yapısalcılık'
Saçaklı mantık, çıkarcı zorbalık havasında!

Doğrudan veya dolaylı
Açık ya da gizli
'Eski-Yeni Platonist'
Bilgiç karanlığı yansıtan
'Faydacı, sözde bilimsel' gıldırgıç öğretiler makamında!..


Tevekkülün uzlaşmasını arama yüzümde
Bir yol arar bulurum
Doğasever
Yaşam sever
Canlı sever özümde!

Mart 1996






BİR DE AĞIT YAKMA LÜTFEN!

16.

35 gençsin delifişek gözlerin
bir çift kara tüfek
36 yine kabzasında büyümesin
silahın minik ellerin ürkek
37 umudun dağlarca yapraklarca
umudun halklarca... fakat
30 fünye fitil ateş...
Sena dur ama durma... / dersen!
gövdesinin dört katı ağır
bombayla patlayan güzeli
unut Sena’yı unut!
bir de ağıt yakma lütfen oturup!
36 katmer güllerin açtığı dağlar-da
işkencede... ölümde...
değil gülüm aşk ve umut!
42 ölümlerin ve hapishanelerin rağmına
31 eteği kuşatma tepesi karlı dağlarda
dağlarda değil gülüm aşk ve umut!

dura sıkışa barut
vurula kırıla çocuk
ağrı içinde umut
çiçek gibi gülüm
nasıl büyür bu çocuk
ve nasıl verebilirim ki,
muştusunu sana,
sen öyle kafayla yaşarken
fünyeli, fitilli, ateşli
63 silahları susmuş
bir dünya’nın?

nasıl? nasıl? nasıl?
nasıl diyebilirim ki;
birbirini yerken insanlar
kurşunlu kurşunsuz,
yağlı yağsız
63 aç doydu,
güneşe sarındı çıplak
davetli davetsiz
cenaze marşı çalınırken
adım başında,
kefenli kefensiz
toprak dururken yanı başında
unut silahsız dünya’yı unut!
bir de ağıt yakma lütfen!
eteği kuşatma, tepesi karlıca
usulünce oturup
yangının tam ortasında
dağlarca, yapraklarca, halklarca...

Mayıs 1996
Erdoğan Bakar

Bu şiirde bulunan numaralı mısralar
Nevzat Çelik’e aittir. Kaynakça:
Nevzat Çelik, MÜEBBET TÜRKÜSÜ
Alan Yayıncılık, Mayıs 1987

Erdoğan Bakar





ONURLU YAŞAMAK

17.

'Olmak' ya da 'olmamak' Cancağızım!

Sadece, 'yönetilmemek' ya da 'yönetilmek'
Onursuzca baş belaları tarafından

'Yaşamak' ya da 'yaşamamak' Can!
Ekmeği, suyu, toprağı insanca paylaşabilmek

İktidarı, geleceği birlikte kararlaştırabilmek
Ne 'yönetilen' ne 'yöneten' olmak

Hem 'yaşamak' hem de 'yaşatmak' bütün canlıları
Evrensel yasalara uygun, dürüst...

İşte özgür, barışçıl, devrimci insan olarak
Kalmak da bu, olmak da bu, yaşamak da...

Mart 1997





Onurlu Analara… Cumartesi Annelerine…

İSTANBUL’UN BATICI YÜZÜ

18/1

baş döndürücü, çok kültürlü
açık gri döngüde metropol görüntün
fuarların, konserlerin
uluslararası festivallerin
dargın denizlerin, yürüyüşlerin
küskün mitinglerin, küskün minarelerin
hüzünlü, büyüleyici atmosferin mi?
binlerce yıl birbirine düşman
binlerce yıl birbirine kardeş
uygarlıklar taşıyan dünyaca
dünyaca ünlü, barışık, kırgın
yorgun tarihi yapıların
yenilir, yutulur, kaygılı
masum balıkların
endişeli dost köprülerin
sanat etkinliklerin, müzelerin
olağanüstü güzellikte
doyumsuz boğazın
varsıl, umutlu, bıçkın
atılgan martıların, borsan mı?
özürlü, özürsüz çok değerleri mahveden
göz yaşartan ölü seviciliğin, ben seviciliğin
atardamarı yalanıyla boş vericiliğin
baş eğdiriciliğin şeffaf karakolları
basın toplantıları, cezaevleri, işyerleri
çarşıları, barları, özel okulları, kolejleri
orta dereceli, yüksek okulları mı nedir?
nedir, seni en güzel eden?
bütün şehirlerden ne,
noktasız, virgülsüz İstanbul?


18/2

gün ışığında gündüz telaşı/n
gece karanlığında gece hayatı/n mı
yeddi, yöresi günahlı küfür, umarsız kusur
yeni tanrılara, tanrıçalara, kır/allara
günübirlik ibadetin
ibadetler dizisinin bir parçası
yargılı, yargısız, haksız infazların
faili belli, faili meçhul
cinayetler/in, kayıplar/ın
kimsesiz çocuklar/ın mı?
koyu fırsat, kalleşlik, vurgun
gözdağı ve tevekkülle uzlaşmış
borsacı kalabalığın, kargaşalığın ortasında
itibarsız... korkutulmuş... ezik...
yedi yanı borç, yedi yanı hacet
yandan tütüyorsa dumanı rızasız
sömürülen apartmanların, yalıların
gecekonduların, konakların...
çaresizlikten, yoksulluktan, umuttan
yabancılaşmaya yüz tutmuş
yaralı, yalnız ve uzak, kimsesiz
yankılanırsa bin acıya bin acıdan
iz bırakarak çığlık çığlığa
çığlık çığlığa gönül birliği
gönül hoşluğu yoksa içinde nedir?
nedir, seni en güzel eden
bütün şehirlerden ne?
sorusuz, ünlemsiz İstanbul!


18/3

kırk katırlı, kırk satırlı, modalı şehir
başı pare pare dumanlı şehir
gözleri, kulakları kapalı şehir
gözleri, kulakları kapalı şehir
kaç kez sancılandın, kaç kez sevindin
yaşam sever, insan sever, canlı sever
ağzı var, dili yok, kınalı şehir
ağzı var, dili yok, kınalı şehir
katıksız, haramsız, bir cana ilişmemiş
çocuk kadar masum, dürüst aydın...
kaç insanın kursağında kaldı hayat
beyni paramparça, boyalı şehir
beyni paramparça, boyalı şehir
kaç yâr’e yar oldun mesken tuttular
kaç boğaz kesildi yemeden, içmeden
damatlıklar, gelinlikler giyemeden
mürüvvete, mutluluğa eremeden?
kaç boğazkesen beledin, besledin
büyüttün de asker eyledin...
asker eyledin?
yemedin yedirdin, giymedin giydirdin
ölü sevici, ben sevici baş eyledin...
baş eyledin…
biçare başlara kanlı, canlı taş eyledin?


kimi acemi, ustalıklı, kır/al sadakalı, sadakasız
kimi artist, politikacı, devlet adamı ünlü, ünsüz
kimi çiçeksiz hoşsohbet zengin sırlı, sırsız...
kimi amansız, acımasız çoğaltır soluksuz acıyı
...zehir eyler içerini...
yanmaz mı yüreğin avuçlarında
günlerce
elleri koynunda büyüyecek
çocukların
insan çığlıklarıyla?

geçmesin geçmesin geçmesin günlerin
noktasız, virgülsüz... İstanbul!
geçmesin geçmesin geçmesin günlerin
sorusuz, ünlemsiz... İstanbul!

Mart 1996





LAKİN

19.

yaşamak güzel şey elbette!
kimsenin malında, mülkünde gözüm de yok.
aç, açıkta değilim ‘çok şükür!’
lakin, zoruma gidiyor
şu savaşların yontusu
bu varsıllık,
bu yoksulluk...
bu varsıllık içindeki bu yokluk
ölü seviciliğin, ben seviciliğin yontusu
vurdumduymazlık içindeki bu acımasızlık
adamakıllı sorgusuz,
yargısız
bu adaletsizlik,
bu soysuzluk!

Nisan 1996





TANRI/ÇA-LAR FERMANI

20.

Yok, sayarlar yokmuşum gibi
Sahipsiz, tarihsiz, sessiz sayılmam.
Heyhat! Kan, oturmuş beyinlere!
Çağır çağır çağırırım duyuramam...
Oturmuş yeni tanrı/ça-lar idamım yazar.
Ülkeden ülkeye yine mahpusluğum,
Yine sürgünlüğüm uzar.

Nisan 1996






KERVAN

21.

İster burjuva diktatörlüğü
İster burjuva demokrasisi
İsterseniz Yeni Dünya Düzeni
Ya da küreselleşme, deyiniz...
Ne derseniz deyiniz
Fark etmez!
Arsız, kör yılanlar besleriz koynumuzda
Dualar, küfürler hükmetmez
Eylem anında ve şimdiki sosyal durumda

Yine kan kusturuyorlar
Endamı kibar, soylu, eğitimli beyler
Delicesine!

Terör estirerek terörle mücadele adına
Demokrasi adına, insan hakları adına

Utanmazlık, umursamazlık, doymazlık ile
Duyarsızlık, fırsatçılık, kıskançlık ile

Düşmanlıklara gebe başarılar için
Halklar adına halklar için

Çıkarları uğruna her şeyi mubah görerek
Ne varsa ne varsa yok ederek

Özgürlükten, yaratıcılıktan, sevgiden yana
İnsandan, doğadan, dayanışmadan yana

İnsanları hapsederek, kaçırtıp katlederek
İt ürür, kervan yürür şarkıları söyleyerek

Kargalarca, akreplerce, kurtlarca yaşamakta
Yokluklarla yüklü acılar çağırmakta

Endamı kibar soylu beyler insanlık adına
İnançlar, vatanlar, uluslar adına

İleride yakacakları yerlere bakıyorlar
Arkalarında yakılmış hasretler bırakıyorlar

İşbirlikçilerinin önüne suç ortaklığı payı atarak
Cesetlerin üzerine basarak

Değneksiz dolaşan hırsızdan
Daha korkak, daha insafsız
Tam teçhizat, haksız...
Endamı kibar, vahşi beyler...

Soylu, eğitimli beyler!
Delicesine iş bitirici, ‘sözde bilimsel felsefe’nizle
Bakalım ne zamana kadar yürüyecek
Bilimin, bilginin, gerçekliğin inkârı
Bu soysuzluk, bu nankörlük, bu vahşet
İnsanların emeklerine ihanet
Duyarsızlık, hastalık, kişiliksizlik, tutsaklık
Ve sevgisizlik ve açlık ve kan yüklü bu kervan
Kudurmuşçasına?

Nisan 1996





NİTELİKSEL DEĞİŞİM

22.

İşler küresel yasalar işler acımasız
Vahşi, soylu, kellifelli haydutlar geçer
Kan içinde bütün ülkelerden
Zarif, acılı bir karanlık çökerken
Yüreklere zehirli gri bir yılan gibi…
Ve bir hayalet gibi yaşayarak
Anlamlı, anlamsız pek çok inançlar taşıyarak
Göç ederken insanlar
Hem varmış hem de yokmuşçasına
Bolluk içerisindeki dünyamızdan
Başka mekânlara mutsuz
Midelerinde buğday tanesi,
Midelerinde mısır...

Gün olur, devran döner!
Dişlerinde beyaz elma kokusu, dişlerinde muz...
İşler evrensel yasalar işler zorunlu, sevecen
Ve sonsuza dek yaşanacak evrenden
Kellifelli, soylu, soysuz haydutlar göçer
Bir daha yönetememek üzere!

Güneş doğarken, güneş batarken
Buzlar çözülürken bütün ülkelerde
İnsanca çiçeğe durur Dünya korkusuz
Dünya çocuklarının onurlu ellerinde
Sömürünün, zorbalığın yıkıntıları üzerinde.

Mart 1997






DOGMATİK YAŞAM BİÇİMİNİN BİR ELEŞTİRİSİ

23.

Utançsız, çıplak bütün damarlarıyla
Özgürlüğe, iyiliğe taşıyacak
Yüreklerin sıcaklığından uzak
Bencil, sistemli, hesaplı bir yağmurun toprağa
Süzülmemiş düşmanlıkla doksan derece düştüğü
En ıssız, korunaksız
O’nu ondan koparan
Sorgusuz, yargısız bir zaman sonrasıdır
Çıkışsız korkuları, buyruklu, pazarlıklı gelenekleriyle
Gönüllü köleliğin ‘post modern’ biçimi
Sözde hak yemez işbirlikçi, iş bitirici ulusalcılığı
Cennetlik, cehennemlik efsunlu ümmetçiliği
Çeşitli yöntemlerle göz açtırmayan
Sözde demokratik, sözde insancıl, sözde adil
Telli duvaklı toplumsal imhacı kumar ortamında
Işıksız, kutsal şantajlı
Mecburiyetleri, kör inançlarıyla
Geceli, gündüzlü dostluksuz
Duyarlıksız bir akşamın ortasıdır
Kanar bir yerleri, bir yerlerimiz yardımsız
Kanar kimliksiz, sızılı, yitik...

Ve sağlı, sollu kafesler
Bilgi saymaz, bilgi yazmaz mekânlar
Terörist hükümetler, terörist meclisler, çeteler oluşturur
Radikal kaderciliği, içi boş inançsızlığı
Açgözlülük, kötülükle iç içe
Çözümsüz yiğitliği, boş vermişliği, lafebeliğiyle
Sesli, sessiz doğduğundan beri
Hesabı sorulmamış “mahşer” yolcusu yoksulluğu
Arkası gelmez sıradan dertleriyle
Yaşamak anlamı taşıyan gerçekliklerden kopuk
Krallarca, peygamberlerce, kapitalistlerce
Bir akşamı yüzyıllardır resmederek yaşayan
Değerli nefesini hafızca boşuna harcayan
Boynu bükük mecnunca seven, leylaca ağlayandır!

Haziran 1997






BALİSTİK BEBEKLER

24.

İntikam ateşten, kanlı gömlek.
İntikam kanlı, antika gömlek.

İntikama dağlar dayanmaz.
Dağlara, gerilla bebek.
Dağlara, asker bebek.
Bebeğe silah veren vicdansız,
Batı’lı balistik bir yürek.

İntikam, intikam, intikam demiyorum.
Ölümlere, öldürmelere insan çağırmıyorum.

İntikama dağlar dayanmaz.
Dağlara, insan bebek.
Bebeğe yürek, bebeğe sevgi.
Bebeğe bilinç veren, vicdan veren,
Canlı seven yürek!

Mart 1996






ŞİİR ÜZERİNE -1-

25.

Karartma gecelerinde, dokunulmazlıkla hücrelerde değilse
Şairin hem gündüzü hem de lambası geceyse;
Şairin topraktır kanı, işlenmiş alkolle ve kuşkuyla
Daldan dala atlayan
Körelmiş bilinçaltını sayıklayan anlam,
Kendini dayatmayan şairin karnındadır!
Doyumsuz bir iştahla nereden üflenmişse o havaliyi yansıtan
Omzumuza konan bu küçücük sabun köpüğünden küre/ balonda
Yüzümüze çarpıp dağılan görüntü/hayatlar
Bir küçücük dokunuşla kayboluveren yansıma/dünyalarla
Sözcüğün, biçimin, içeriğin, anlamın iktidarını kırma hevesi
Uzun ömürlü olmayan yalandan ibaret küreselleşme/imaj
Bir bütünlük içinde koyun koyuna bilgiden
Kalıcı gerçeklikten kaçış
Ve “saf, belki de boş, anlamsızlıkçılık”, mızmızlık...
Şiirin şerefine, insanlığın geleceğine saldırmaktadır!

Ocak 1998






ŞİİR ÜZERİNE -2-

26.

annesinin kendisini sevmediğini öğrenen şair:
“siyanür ve akik ya da İsa ile Yehuda, belki de lavanta,
kadife, ipek, ayna” diye, mırıldanıyordu oturduğu yerde;
yaşlılığın diliyle konuşan genç şair
kokain ve çiçek uzattı ona ve dedi ki:
“dostum, kendi aşkına tutunmaktan başka çaren yoktur
başına ne geldiyse; mevsimlerin hep soğuk olduğu
ölü evrende ölü bir kadının rahmine düştüğün,
doğmadan önce yanlış zile bastığın içindir”
şairlikten istifa eden şairin gerekçesi şöyleydi:
oturup bir şiir yazarsın ve ışık
ölümü bekleyen bir ruh gibi titrer başucunda...”
“kaç gün sonra diye sayıklama, ölüme kaç var, diye düşün!”
önerisinde bulunan şairle,
istifacı şair birlikte yürümeye başladılar;
somutluk yerine soyutluğu tercih ederek;
kendini dayatmayan
rastgele seçilmiş mevzuları derin derin düşünerek:
“anlam şairin karnındadır!” diyorlardı
ve bir sümüklü böceğin gümüş pabucundan bir şeyler içiyorlardı...
“Ensest! Gel mıncıkla!” diye bağıran kadın şair göründü uzaktan;
kucağında menopoza girmiş bir kedi taşıyordu;
peşinde bir başka şair de vardı...
tümüyle içe kapanışın ve anlamsızlığın
derin sularında boğulmuş durumda
karanlık bir denizden çıkıp geliyor, hiç durmadan:
“binlerce hiç kimseyim, binlerce hiç kimseyim,
sevmek diye bir şey yoktur aslında” diyerek ağlıyordu...-bu nedenle-
durmadan zar sallayan ve attığı zar hep
kırık gelen, şair dostunu fark etmedi bile;
acımasız düşmanları son kapısına da dayanmışlardı
kapının ardında başıboş yalnızlıklar, korkular dolaşıyordu...

‘yeni ben’e varma yollarında onu yüreğinden yaralayan
o kadar çok şey vardı ki; lal kırmızıdan eflatuna kayan bir tonlamada
eski donelere karşı yeni doneler bulmaya çalışıyor,
parçalanmış yaşamların,
baskının ve nefessizliğin,
umutsuz kalmanın,
yani;
insanoğlunun kırık imajının yansımalarını topluyordu
Divan’ı yaşatmakla,
ironical sıçramalar yapmakla tanınan şair...
New York’taki ışıklı Noel gecesini,
Toledo’daki müthiş tembel haziran sabahını
Prag’daki uğultulu sonbaharı yazan şair uçan halısından indi,
küf yeşili parmaklarıyla Louis Quince’ye şekil vermeye çalışan şairden
tozlu dilini, sedef kakmalara gömebilmek için izin istedi:
“ilk kim bakmış gölün bez olduğuna, bez olan mı?” diyerek...

bu masallar masalı “kağıt âleminin”
tükenmişliğin bilinçaltını sayıklayan son yolcuları birer birer
gözden kaybolurken “tuzlu suyun önünde”
coşkulu, bilgi dolu, bilimsel şiirler yerine,
“saf, belki de boş, anlamsız” şiirler yazarak
giderek azalan sayılı sözcüklerle,
“yıllarca zarfları kanatıp” eskinin sarayında
hiçbir iç bütünlük taşımayan lafebelikleriyle kıs, kıs gülerek:
“yine anlayamadı salaklar”, tepkisi gelecek olsa da;
bizim için, söylenecek ancak bir söz var:
“onlar ermiş hayaline,
biz, erelim hakikatine!”

Aralık 1997






MEDENİYETLER ÇATIŞMASI

27.

Elektronik bir oyunmuş gibi
Ekranda yanıp sönen ışıkların altında
Sanki hiçbir şey olmamış gibi,
Milyonlarca insana izlettirilen
Çiçeklerin, çimenlerin, camilerin, çevrenin
Çoluk çocuk mışıl, mışıl uykusunda bir kentin
Göz açıp kapayıncaya kadar
Gecenin bir vaktinde ırzına geçildiği
300.000 kişinin katledildiği
Körfez Savaşı’nda
Elektrikli bir telin ucunda
Kapitalizmin bilinç endüstrisine
Pislik yetiştiren
Sanki birden başlayıp birden biten
O kadar çok şeye rağmen
Gelip geçici, delip geçici “aşırı hızdan”,
Üstün ırk paranoyasından uzak
O kadar çok bir şeyler var ki;
“Miskin”, yavaş, fakat ağırbaşlı, kalıcı, kararlı...
Duygulu, insancıl ve evrensel değerlere saygılı
Sonsuzdan gelip sonsuza giden
Birden başlamayıp birden bitmeyen hayatta
Irkçı, faşist, terörist, tekbenci, emperyalist,
Batılı alçaklarla uzlaşmayan
Doğal metabolizmik, ritimle çatışmayan

O kadar çok bir şeyler var ki;
İğrenç emelleri uğruna insanlığa meydan okuyan
Yüksek kazanç ve
Mutlak egemenlik hırsıyla kudurmuş
Soysuzluğun mimarlarına meydan okuyup
Barışçıl, özgür bir gelecek hazırlayabilmek için
Barışçı Bilimsel Demokrasi’yi kurabilmek!
Neden?
Nasıl?
Niçin?
Sevmemiz gerektiğini bilerek sevebilmek!
Neleri, değiştirmemiz gerektiğini
Bilerek, değiştirebilmek gibi!

Ocak 1998






Samsun/Terme/Konakören Köyü'nde
Değirmen İçinde Ölen Öğrencim İçin...

ON YAŞINDA BİR ÇOCUK

28.

Çiçekçi yoktu.
Çiçek satılmazdı.
Bu köyde.
Bir çelenk yapmıştım.
Bıçağımla kestiğim ağuların,
Mor çiçekli dallarından
Dallarından güzel
Zeki, çalışkan...
Entarili erkek öğrencime.
Yüreği, ciğerleri…
Kolları parçalanmış
Alı al, moru mor
Değirmen içinde!
Okulun yanında mezarlık.
Mezarlıkta kaldı bir umut.
On parmağında on marifet,
On yaşında bir çocuk.

Mart 1996






DAĞLARDA DEĞİL UMUT

29.

Yanıltan kim, yanılan kim?
Nedir suçu, nedir günahı?
Binlerce yıl gelmiş geçmiş
Yerdedir!

El ayak değmemiş kar altında değil
Kırmak ile tükenmemiş
Çalmak ile bitmemiş
Kendi boynunu vuran
Metale boyun eğdiren
Çeliğe su verdiren
Şaheserler bitiren
Bir alev, bir ateş parçası
Binlerce yıl gelmiş, geçmiş
Yerdedir!

Nice peygamberler, tanrılar, evliyalar
Hükümdarlar, âlimler, sihirbazlar,
Soytarılar, şairler, ressamlar
Parlamenter/tüccarlar ve daha
Niceleri gelmiş, geçmiş...
Yerdedir!

Yanıltan kim, yanılan kim?
El ayak değmemiş kar altında kalmamış
Binlerce yıl itibarsız, çiğnenmiş
Binlerce yıl parçalanmış
Yerdedir!
Nedir suçu, nedir günahı?
Bir alev, bir ateş parçası
Mazlumun ahı, mazlumun hakkı
Sorgusuz, hükümsüz...
Yerdedir!

El ayak değmemiş kar altında değil umut!
Dağlara çekilme / miş...
Dağlara çekilme / miş...
Dağlarda değil umut!
Dağlarda değil umut!

Nisan 1996






EN GÜZEL ŞEY DÜNYA’DA

30.

Anam, babam, kurban!
En güzel şey dünyada
Ak yüzlü unum, bir içim suyum
Sancağım, bayrağım, burcum
Barıştır, sevgidir katıksız

Gülüm, hayatım, balım!
Özünü hoş eden, saygın eden insanı
Kızanım, canım, sunam
Sanatım, bilimim, felsefem
Özgürlük tutkusu, hoşgörü
Dürüstlük, iyilik...
Yârim, yandaşım, goncam!
Erdemli, bilinçli, duyunçlu
En güzel şey dünyada bir de
Alabilmek insanı, alabilmek
Yanılgının, yalanın kanatlarından
Güzelim, bir tanem, balam!

Nisan 1996






DELİCESİNE

31.

Attım bir taş da ben
Delicesine
Bu kuyuya
Deli gibi
Hem doğusuna
Hem de batısına
Haydi!
Çıkarabilirseniz
Çıkarın bakalım
Taş sevici,ben sevici, ölü sevici
‘Sözde bilimsel felsefeci’
Akademik ‘akıllılar’!

Şubat 1996






KURT DANSI

32.

Noktalı, virgüllü
Sorulu, ünlemli
Yaşamadığımızdan
Noktasız, virgülsüz
Sorusuz, ünlemsiz
Kurdun kuyruğunda
Kurdun midesinde
Noktasız, virgülsüz
Sorusuz, ünlemsiz
Dans ederek
Dans ederek...
Geçiyor hayat!
Kurdun kuyruğunda
Kurdun midesinde
Dans ederek
Dans ederek
Dans ederek...
Virgülsüz
Dans
Noktasız
Dans
Ünlemsiz
Dans
Sorusuz
Dans…
Dans dans dans dans dans dans dans dans...


Duyusuz, sorgusuz, doymaksızın, durmaksızın...
Dans ederek
Dans ederek
Dans ederek
Sorusuz, ünlemsiz ederek
Küreselleşerek geçiyor hayat
Kurdunu dökerek geçiyor hayat
Noktalı, virgüllü, sorulu, ünlemli
Yaşayakalamadığımızdan!

Şubat 1996





- Ahmet Arif'e -

HASRETLERİ HASRETİMDİR

33.

Fıraaat!
Fıratım!
Beni duyuyor musun?
Şu köyde öğretmenim...
Dinamit atılır ara sıra ağzına.
Bilirsin, bura insanı balığa hasret.
Canın yanar.
Canları yanar yüzyıllardır.
Kavgasız, acısız ekmeğe hasret.
Kitaba, ilaca, toprağa hasret.
Anadilde eğitilen çocuğa,
Hayatını değiştirecek tohuma.
Yağmura, yola, sılaya hasret!

Fırat!
Fıratım!
Yokluklardan süzülen
Yüreklere saplanan acıyı,
Bal eden sabırdır, dirençtir…
Var olma hakkını, yaşama hakkını
Bütün devletler tanır, oysa...
Beş bin yıldan beri bura insanı
Kendi vatanına, kendi işine
Uluslararası adalete hasret.
Herkesin bunları söylemeye
Dili varmaz nedense?

“Namus işçisi… yani
Yürek işçisi.”
Şairin dediği gibi:
“Yivlerinde yeşil güller...”
Yerine, kan fışkırmış...
“Susmuş dağ,
Susmuş deniz.
Dünya mışıl mışıl
Uykular derin,”
Mezopotamya’dır burası.
Sümer kitabelerinde bura insanına:
“Guti” veya “Kuti” denir.
Burada,“Yılan su getirir...” di.
Bir zamanlar “yavru serçeye”
Bilirsin!

1977 / 2002






GÜNDÜZ GECE

34.

Zorla çalışanların halinden zorla
Hazır yiyenlerin anlamadığı
Yazlı, kışlı, cumartesili, baharsız
Şehir ve kır akşamlarında
Yine gençler mi sallanıyor darağaçlarında,
Yağmur mu çiseliyor dışarıda,
Yoksa yere mi, suya mı değiyor,
Kimliksiz ayrılıkların ayakları
Deli divane
Yıldızı çok
Yozlaşmış
Medeni bir gecede?
Yine kurşun, yine bomba mı yağıyor,
Yoksa talih kuşları mı konuyor,
Düşüncesizce başlarımıza
Devlet destekli, duyarsız halk destekli
Uluslararası açık vurgun çarşılarında?
Durma!
Yanıt ver!
Bu sorulardan hangisi
Daha ilginç ve iğrenç içerikli,
Hangisi öyle utançsız ve ahmakça?
Susma!
Yanıt ver!

'Tekbenci' hesaplar, buyruklar
Çıkışsız korkular ortasında
Yılma!
Yanılma!
Soysuzluktan, soytarılıktan, arpacık kargalarından...
Korkma!
Hesap sor!
Acıları, emeği, yaşama sevinci
Kurtuluş gülleri açan
Bir yenilmez öfke,
Bir sızılı umut
Vatanlar, nankör tuzaklar,
Yokluklar ortasında kalmış.
Unutma!
Özgürlüğüne, bağımsızlığına
Bir barışçıl, bir insancıl adım kalmış.
Çırılçıplak, parçalanmış bir çınar
Yangınlar içerisinde.
Yaklaş!
Isın ısınabilirsen eğer,
Isıt, ısıtabildiğin kadar!

Mayıs 1997






EY ÖZGÜRLÜK!

35.

Sensiz gülmez yüreğim
Ey özgürlük!
Her gün
Bin bebek ölür
Bin çocuk ağlar
İçimde
Bazen sessiz sessiz...
Bazen çığlık çığlığa!
Sınırsız, sorumsuz...
‘Yeni Dünya Düzeni’nde

Temmuz 2002






NASIL UNUTURUM -1-

36.

Delicesine özgür kötülüksüz,
Dayandın mı bilinçli, vicdanlı
Kaç umut kaldı sende,
Duyuyor musun?

Mart 1996





NASIL UNUTURUM -2-

37.

Anımsarım, bir “kurtarma” vahşetini
Alevlere karışan seslerini yoldaşlarımın
Her akşam gün batımında

Haziran 2002





NASIL UNUTURUM -3-

38.

Nasıl unuturum!
Demokrasi ve özgürlük adına
Alçakça her gece işgal edilen
Bir ülkenin, yurdumun çığlıklarını!

Haziran 2002





YAŞAMAK ÜZERİNE

39.

…“Dağlara, taşlara!”
Dağlar ile taşlara ölüm.
Doğa ile insana.
Börtü böceğe…

“Ölüm, Allah’ın emri.”
Ölüm doğanın bir yasası.
Ölüm dikkatsizlik sonucu.
Ölüm devlet fermanı.
Ölüm hükümet talebi.
Ölüm meclis,
Ölüm örgüt kararı…
Nedense?
Bir tek Allah’a yok ölüm!
Her ne hikmetse?

Her ne ise…

Zaman öldürmeye değmez.
Ölüm üzerine düşünmek.
Ölmemek ve öldürmemek için.
Yaşayabildiğimiz zaman.

Mart 1996 / 2005





TERÖR VE SAVAŞ ÜLKESİ

43.

Hz. İsa’dan önce üçüncü bin yıldan kalmış
Uzakta değil yanı başımızda bir ülke var
Harabe, hayalet, terkedilmiş
Asya ile Avrupa arasında
Muhteşem, çileli, tecrübeli…

Tanrılar, tanrıçalar, krallar tarafından
‘Terör ve Savaş Ülkesi’ ilan edilmiş
Paramparça parsellenmiş
Kocaman bir köprü üzerinde
Harabe, hayalet, terkedilmiş

Bir ülke var yanı başımızda
Pencereleri çerçevesiz, camsız
Gece, gündüz perisiz, cinsiz
Bütün kapıları kilitsiz
Yemeksiz, yataksız, sobasız

İnsanların ekmeği ile oynamış
Silah tüccarlarından usanmış
Uzakta değil, yanı başımızda
Bir ülke var: Kimsesiz!
Harabe, hayalet, terkedilmiş…

1996 / 2005





KİRLENMİŞLİK

44.

Abartısız, yırtınmadan ağlarım yalnızsam.
Hüznün boşluklarında, boğulmadan…
Her dinleyişimde, beni ağlatır.
Çekilen acılardan daha çok ağlatır.

“Bu da gelir, bu da geçer ağlama!” diyen.
İçtenlikli düş kırıklığının,
Kötülüksüz, sabırlı tutumun
Boyun eğmişliğin türküleri.

Bir kirlenmişlik duygusu kaplar.
Tırnak uçlarına kadar.
Bütün bedenimle, benliğimi…
Utanırım! Utanırım!
Utanmaz kötülüğün yüzü!

Nisan 1996 / 2005






“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!”

Mehmet Akif Ersoy


HANGİ TOPLUM? HANGİ HAKLA?

45.

Hangi meclis? Hangi örgüt? Hangi hakla?
Öldürtmeye karar alır, emir verir? Sorarım!
Hangi toplum? Hangi devlet? Hangi hakla?
Can almaya boyun eğer, tetik çeker? Sorarım!

Nisan 1996 / 2005
Sevgili Nurseli’ye
Teşekkürlerimle.





İNSANLIĞIN UTANCINI YENEBİLMEK

46.

Ne haçlı seferleri ne tersi seferler,
Ne meşru devletler terörü,
Ne de dindar militan kurşunlar…
Utancını insanlığın yenemez!

Ne vurulup düşeni alnından öpmeler,
Ne gösterişli başsağlığı dilekleri,
Ne de görkemli kutlamalar, törenler…
Yüzümüzü yıkayıp acımızı silemez!

Ne aziz şehitlik mertebesi,
Ne kahramanlık nişanı,
Ne terfiler ne de ödüller…
Bir damlacık gözyaşına değmez!

İster meclis kararı, ister örgüt kararı,
Can almaya yönelik bir eylem,
Akıtılmış bir damla gözyaşından.
Daha kutsal olamaz!
Aklayamaz yüzümüzü,
Utancını insanlığın yenemez!

Nisan 1996 / 2005






YETERLİ DEĞİL Mİ? YARGILAYIN ‘BEN’İ!

47.

Ulus ben meclis benim
Devlet ben vatan benim
Hükümet ben yürütme benim
Yargı ben yasama benim
Düzen ben toplum benim
Sömüren ben sömürülen benim
Bilim ve sanat ben din ve felsefe benim
Terör istemeyen ben terörist benim
Huzur isteyen ben huzursuzluk planlayan benim
Yaşamak isteyen ben yaşama hakkı tanımayan benim
Özgürlük isteyen ben köleleştiren benim
Nefret ben sevgi benim
Barış isteyen ben barışmayan benim
Üreten ben insanca paylaşamayan benim
Susmayan ben susturan benim
Soygun istemeyen ben soygun yapan benim
Hukuku düzenleyen ben hukuk kurallarına uymayan benim
Adalet isteyen ben adaleti koruyamayan benim
Tetiği çeken ben silah yaptıran benim
Öldürten ben ağıt yakan benim
Çekimser ben kararlı benim
Evet, ben hayır benim
Düşünen ben düşünceyi yasaklayan benim
Lider ben örgüt benim
Oy veren ben parti benim
Zam yapan ben ah eden benim!
Şehit ben kahraman benim
Ödüllendiren ben ödüller alan benim
Katledilen ben katleden benim
Polis ben yasalara uymayan benim
Öğrenmek isteyen ben öğretmeyen benim
Suçlu ben suçsuz benim
Asker ben düşman benim
Haklı ben haksız benim
Hâkim ben sanık benim
Gardiyan ben cezaevi benim
Yeterli değil mi?
Yargılayın beni!

Nisan 1996






FELSEFE OKUDUKÇA -1-

48.

Ben, Sokrates’im.
Yorulmak bilmeden bilgiyi arayan.
İrkilmeyen, sağlam karakterimle
Doğruluk ve hak uğruna ölüme giden...
Şiir, şair, sanat düşmanı
Platon’un, bana duyduğu hayranlık
Ve de saygı bundandır.

Ağustos 05



NİNNİ

49.

İnsan silah yapmasın.
İnsanlar savaşmasın.
Tüm insanlar birleşsin.
Bal aksın dilden dile.
Gül dolsun gönüllere.

Uyusun da dinlensin.
Dinlensin de gelişsin.
Gelişsin de büyüsün.
Büyüsün de öğrensin.
Öğrensin benim yavrum.

Savaşlar yasaklansın.
Silahlar yasaklansın.
Tüm insanlar birleşsin.
Bal aksın dilden dile.
Gül dolsun gönüllere.

Nisan 1996




ADAYIŞ

Yazdıklarım
Yazacaklarım
Zorbalık,
Sömürü
Ve
Yokluğun
Yok
Olması
Uğruna
Her
Türden
Acıya
Katlanan
Sorumluluktan
Kaçınmayan
Ülkemin
Ve
Dünya
Çocuklarının
Yaratıcı,
Üretken,
Onurlu
Ellerine




“Eylem” Adlı Şiirinin Etkisiyle Sabiha Kayabaş İçin

KARANLIK DÜŞLER

1

bu düzen durdukça
yeryüzünde
ister istemez
daha çoook çalışacaklar çoook…
insanlar kalkıp
sıcak yataklarından
gece korkularını
karanlık düşlerini
silmek için
çocuklarının yüzlerinden

19.05.09




Bu Şiir Tersinden de Okunabilir:




KARANLIK DÜŞLER

çocuklarının yüzlerinden
silmek için
karanlık düşlerini
gece korkularını
sıcak yataklarından
insanlar kalkıp
daha çoook çalışacaklar çoook…
ister istemez
yeryüzünde
bu düzen durdukça



19.05.09







“Hiçbir Şey Bırakılmadı Bu Kentte” Adlı Şiirinin Etkisiyle Sabiha Kayabaş İçin

YAKIN TARİH

1

bir zamanlar her sokağının her duvarında yazılar vardı bu kentlerin
iş yazardı, ekmek yazardı, hürriyet yazardı…
iş azaltıldı, ekmek azaltıldı, hürriyet azaltıldı kentlerde halkın inadına
kahrolsun faşizm, yaşasın sosyalizm, yaşasın barış yazardı duvar duvar
bir gecede faşizm getirildi kentlere, kilit vuruldu ağızlara halkın inadına
sevgiden, barıştan yana, insanca yaşamdan yana bütün birlikler kapatıldı
“hiçbir şey bırakılmadı” kentlerde, vatan toprağının en ücra köşesinde bile
tanklarla yüründü, coplarla yüründü, kelepçelerle yüründü halkın üstüne
hiçbir şey bırakılmadı sevgiye, aşka, insanca düşlere dair hiçbir şey, hiçbir kentte
“içlerinden gülüşleri”, yüreklerinden düşleri çalındı halkın
o yüzden “kör topal” dır anılar



30.05.09